1.Birçok noktaların bir sıraya ve yanyana gelerek bitişmelerinden hâsıl çizgi manasındadır. 2. Yazı manasına da gelir. [1]

Tarihi gelişim

Hat sanatı, İslam estetiğinin zirve noktasını oluşturan, tabiatta alınacak örneği bulunmayan ve sonradan ortaya çıkan sanat akımlarından etkilenmeden olanca asaleti, vakarı ile yaşayan ve yaşamakta olan bir sanattır. Sözlük anlamı “yazı yazmak, işaret koymak” gibi manalara gelir. Arap harfleri ile güzel yazı yazmak sanatı olarak da tanımlanabilecek olan Hüsn-i Hattın, İslam kaynaklarındaki en özlü tarifi konunun uzmanlarınca “Hat, cismanî aletlerle meydana getirilen ruhanî bir hendesedir”[2] cümlesiyle yapılmıştır.İslamiyet’te yalnızca düşünceleri anlatmaya yarayan bir araç olmakla kalmayan vakar, azamet, incelik, sadelik, yalnızlık, haşinlik gibi insanî duyguları ifade ve tasvir eden özelliği dolayısıyla yazı sanatı, yukarıda yapılan tarife uygun bir estetik anlayış çerçevesinde asırlardır geliştirilerek devam ettirilmiştir.

Şekil itibarıyla temeli Arap harflerine dayanan bu sanat, Kur’an-ı Kerim’in ve hadislerin yazıyı öğrenmeyi teşvik etmesinin yanı sıra dünyanın hiçbir alfabesinde görülmeyen çizgisel bir kıvraklığa sahip olan Arap harflerinin kelimenin başında, ortasında ve sonunda farklı şekillerde yazılabilme imkânına sahip olması nedeniyle estetik boyutta gelişerek İslam sanatı hüviyetini kazanmıştır.[3]

İslam dünyasında hat sanatında ilk olarak İbn-i Mukle (ö.328/940) daha sonra İbn-i Bevvab (ö.413/1022) adları ile bilinen sanatçılar tarafından yazı, güzel yazılma tekniğiyle ele alınmıştır. Amasyalı bir Türk olan ve Musta’sım zamanında Abbasilerin başkenti Bağdat’ta yaşayan Yakut el-Musta‘sımî (ö. 698/1298) Aklam-ı Sitte denilen Sülüs, Nesih, Reyhanî, Muhakkak, Tevkî ve Rikâ’ adlarıyla bilinen hat çeşitlerini belli esaslara bağlayarak, hat sanatının yazılış kaidelerini tespit etmiştir. Onun ortaya koyduğu hat sanatındaki anlayış kendisinden sonra talebeleri tarafından İslam dünyasına yayılmıştır.[4]

İki yüzyıl sonra, yine Amasyalı olan Şeyh Hamdullah (ö.926/1520),Yakut’un yazılarını yeniden ele alarak, hat sanatında yeni bir çığır açmıştır. Böylece Yakut üslûbu devrini tamamlamış ve İstanbul’a taşınan hat sanatında Şeyh Mektebi hâkim olmuştur. Kendisinden sonra gelen hattatları tesiri altına almış olan Şeyh Üslûbu, Türk Hat Sanatı Tarihi’nde 150 yılı aşan bir süre etkisini hissettirmiştir. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Hafız Osman (ö.1110/1698) ise Şeyh Hamdullah’ın yazılarını yeni bir süzgeçten geçirerek, kendi zevk anlayışını ve sanat gücünü katarak yeni bir üslûp ortaya koymuştur. Böylece hat tarihinde Şeyh Üslubu yerini Hafız Osman Üslûbu’na bırakmıştır. Hafız Osman’dan bir asır sonra gelen İsmail Zühdü (ö.1221/1806) ve kardeşi Mustafa Rakım (ö.1241/1826) ise Hafız Osman’ın yazılarından ilham alarak kendi şivelerini ortaya koymuşlardır. Özellikle Mustafa Rakım Sülüs, Nesih yazılarında olduğu gibi Celî Sülüste de gerek harf gerekse istif mükemmeliyetiyle bütün hat üstatlarının zirvesine çıkmıştır. [5]

Bütün İslam âleminde yazıyı en güzel yazan, işleyen ve ayrı bir tavır vererek çeşitli mektepler halinde kemale eriştirenler Osmanlı Türkleri olmuşlardır. Hat sanatı, Osmanlılarda XVI. yüzyıldan itibaren yabancı tesirlerden kurtularak esaslı bir mektep halini almak suretiyle Türk sanatı hüviyetini kazanmıştır.[6] XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin parlak devridir. Osmanlı çoğrafyasında ve özellikle merkezi olan İstanbul’da bütün sanat kolları gelişmiş ve en olgun eserlerini vermişlerdir. İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra diğer sanat dalları yanında hat sanatının da merkezi olmuş ve bu sanat, yüzyıllarca İstanbul’dan sesini duyurmuştur.[7] İstanbul’un hat sanatındaki eşsiz yerini, İslam âleminde sürekli dile getirilen şu meşhur söz tescil etmektedir. “ Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nâzil oldu. Mısır’da okundu. İstanbul’da yazıldı”.[8]

İslam dünyasında hat sanatının eğitim ve öğretimi diğer sanat dallarında olduğu gibi köklü bir disiplin içerisinde geleneksel usul ve kaidelere bağlı kalınarak usta-çırak ilişkisi çerçevesinde kişiye özel “meşk usulü” ile yürütülmüştür. Hattat olmak için üstat seviyesine erişmiş bir hattattan ders almak lazımdır.

Osmanlı Devri Hattatlarının Geliştirdiği Yazı Türleri

Divanî

Dîvânî yazısı, Osmanlı Devleti’nin idare sahasındaki en yüksek resmi dairesinde, Dîvân-ı Hümâyûn’da kullanılan yazı şekli idi. Dîvân-ı Hümâyûn’da alınan resmi kararlar, yazışmalar, fermanlar, berat, menşur, buyruldu, hüküm, misal, tevki’, yarlık, nişan, vakfiye ve il’am gibi resmi yazılar bu hatla yazılırdı. Bu sebeple bu yazıya divana mensup anlamında Dîvânî denilmiştir.

Rik‘a

Kelime olarak, “üzerine yazı yazılan kâğıt parçası, mektup, not kâğıdı” gibi anlamlara gelen Rik‘a (ruk’a) süratli ve kolay yazma ihtiyacı gereği XVIII. yüzyılda Dîvân-ı Hümâyûn’da doğup, XIX. yüzyılın başlarında Babıâli’de geliştirilerek ortaya konulan bir yazı şeklidir.

Siyâkat

Devletin resmi ve mali kayıtlarında şifre gibi kullanılmış arşiv yazısı olan Siyâkat, Abbasiler zamanında icat edilmiştir. Anadolu’ya da İran yoluyla Selçuklular zamanında girmiş, Selçuklulardan da Osmanlıya intikal etmiştir. Maliye, tapu ve evkafa ait işlerde kullanılan bu yazının kaynağı olarak Kûfi yazı kabul edilmektedir.

Nesta‘lîk

İslam yazı tarihinde Aklam-ı Sitte’den sonra en çok kullanılan yazı olan ve iptidai örneklerine XIII. yüzyılda rastlanan Nesta‘lîk, İran’da XIV. yüzyılda daha belirgin bir şekle girmeye başlamış ve nihayetinde XV. yüzyıl başlarında bütün özellik ve kurallarıyla meydana çıkmıştır. Osmanlıların Azerbaycan’da Karakoyunlular, Doğu Anadolu’da da Akkoyunlularla olan siyasi münasebetleri sonucu daha XV. yüzyılın başlarında Türkiye’de de tanınmaya başlamıştır. [9]

Hat Sanatında Kullanılan Alet Ve Malzemeler

KALEM

Hat sanatında yazı yazmak amacıyla yazı kalınlıklarına göre kamış, bambu veya tahtadan yapılan ve ucu yazı yazmaya elverişli olacak şekilde hazırlanan temel yazı aletleridir. XVII yüzyıl sonlarına kadar Avrupa kartal ve kazların kanatlarından çıkarılan tüy ile ilkel yazı yazarken, Osmanlı kamış kalemlerini günümüzün modern kalemlerinden daha ileri düzeyde kullanarak eserler yaratmışlardır [10].

Kalem Çeşitleri

  • Kamış kalem

Mûsikî sanatında ney olup neyzenin nefesiyle gizemli nağmeler çıkaran kamış, hat sanatında kalem olup hattatın eliyle büyüleyici güzellikler yaratır. “Eskiler, kamış kalemin kâğıt üzerindeki hareketini ve bu sırada çıkardığı sesi gözleyerek onun Tanrı’ya âşık olduğunu, ama aşkını hakkıyla yazamadığı için sürekli ağladığını, dahası gözünden yaş yerine kara kan akıttığını söylemişlerdir” [11]

  • Cava Kalemi

Cava’da yetişen bir cins ağacın yaprak diplerinden çıkan sert, ince ve siyah renkli uzantılarıdır. Çok sert olması, uzun süre yazmakla bozulmaması sebebiyle, bilhassa Mushaf ve kitap yazmakta hattatlar tarafından tercih edilmiştir. XIX. yüzyılın birinci yarısından itibaren İstanbul hattatlarının Cava kalemini kullandıkları tahmin edilmektedir. Yalnız ince olduğu için bir kamış kalemin içine yerleştirilerek veya tutulacak kısmına bir bez parçası sarılarak kullanılır [12].

  • Menevişli Kalem (Hindî kalem)

“Hindistan’da yetişen içi dar, uzun boğumlu ve menevişli, gayet sert bir kamıştır. Hattatlar buna sertliğinden dolayı pek rağbet etmemişlerdir” [13].

  • Kargı Kalem

“Kargıdan yapılan bu cins kalem, Celî yazıları yazmak için kullanılır” (Serin, 1999: 283). “Kamış kalemlerin kalınlıkları elvermeyen kalın ve Celî yazılar için, kargı denilen daha iri kamışlar kullanılır. Fakat bunların kalınlıkları arttıkça parmak arasında idareleri zorlaştığından, ince saplı tahta kalem kullanılması tercih olunur” [14].

  • Tahta Kalem

“Adından da anlaşılacağı üzere tahtadan yapılan bu kalem daha iri yazıları yazmada kullanılır” [15].

MÜREKKEP

“Mürekkep (midâd, hıbr), yazı yazmaya mahsus siyah sıvı boyadır. Renkli sıvı boyalara da mürekkep denir, yalnız kırmızı mürekkep, sarı mürekkep, yeşil mürekkep gibi ifade ettiği renkle beraber kullanılır” [16].

PARŞÖMEN

Avrupa'da kâğıt imalinin yayılmasına kadar kullanılmış yazı malzemesidir. Keçi, oğlak, dana ve başka cins hayvan derisinin hususi bir şekilde terbiye edilmesiyle elde edilir.

KÂĞIT

KALEMTRAŞ

MAKTA

Kataa kökünden ism-i âlet olan mikta’ ‘’Kesilecek alet, üzerinde kamış kalemin ucu kesilen kesmikten yassıca alet’’ anlamına da gelir.

MISTAR
Kâğıda satır çizmeye mahsus bir alettir. Üzerinde sıra sıra muntazam ibrişim gerili bir mukavvadan ibarettir ki, yazılacak yazıya göre kâğıtlar, parmak yardımıyla üzerine bastırılarak kabartma çizgiler meydana getirilir. Böylece sayfalar arasındaki satır nizam ve ahengi sağlanmış olur [17].

DİVİTLER

Kamış kalemlerin yuvası olan “divit”i, birbirine tespit edilmiş kalem muhafazası kalemdan ile mürekkep hokkasından meydana gelen taşınabilir yazı takımı olarak tarif edebiliriz.

MAKAS

MÜHRE

Aharlanmamış kâğıtların üzerindeki pürüzleri gidererek veya aharlı kâğıtları kaygan hale getirerek kalemin kolay kaymasını sağlamak ve yazılan yazıları ve sürülmüş olan altın yaldızları parlatmak için kullanılan temel hat malzemelerindendir. Hat sanatında kullanılan mühreleri kullanıldıkları amaca göre iki temel gruba ayırabiliriz [18].

Kaynakça
[1]  Sanat ansiklopedisi, M.E.B, 1975C.2 , syf 691
[2] M. Uğur Derman, “Hat”, DİA, c. XVI, İstanbul, 1997, s. 427; aynı müellifin “Osmanlı Türklerinde Hat Sanatı”, Osmanlı, c. XI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 17.
[3] Abdülhamit Tüfekçioğlu, “Tarihte ve günümüzde hat sanatının öğretim metotları”, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Geleneksel El Sanatlarının Sanatsal, Tasarımsal ve Ekonomik Boyutu Sempozyumu Bildirileri, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s. 269.
[4] “Hat”, Yeni Türk Ansiklopedisi, c. IV, İstanbul, 1985, s. 1230-1231.
[5] M. Uğur Derman, “Hat”, s. 429-430; “Hat”, Yeni Türk Ansiklopedisi, c. IV, s. 1231.
[6] Şevket Rado, Türk Hattatları, Yayın Matbaacılık, İstanbul, 1982, s. 61.
[7] Rado, a.g.e, s. 83.
[8] Derman, “Hat”, s. 431.
[9] Zeliha Ulusal, Hat sanatı tarihi ve Medresetü'lHattatin (1914-1936), 2008, syf. 25-28
[10] Akgül, 1997, s. 23
[11]  Acar, 2005, s. 120
[12] Serin, 1999, s. 283
[13] Serin, 1999, s. 283
[14] Yazır, 1974, s. 168
[15] Serin, 1999: 284
[16] Serin, 1999, s. 344
[17] Serin, 1999, s. 344
[18] Akgül, 1997, s. 31